30 Kasım 2010 Salı

Fakir fezadan bildiriyor, inlemede kal Houstın!

Ağaçlardaki yapraklar Paris sarısı’na çalınıyor,
fabrika bulutlu bir İstanbul sonbahar'ında…

Köprüden geçerken,
kendimi iyiden iyiye Güliver’mişçesine kanıksıyorum, her ne hikmetse...
Boğaz’ın zümrüt yeşili sularına hayali ellerimi sürttürüp duruyorum, avuç avuç...
Kocaman ellerim, durduk yere çocuklaşıveriyor bu hüsnü hayalin parapsişik tesiriyle…
Şilepleri gemileri tekneleri, suyun yüzeyinden atıp tutup konduruveriyorum…

Küvette plastik ördeğiyle oynayan çocuklar gibi şen’im…

Teyatoraya gidiyorum...
Bi taraftan da, teyatora ile evim arasındaki gereksizcesine uzun mesafeden,
kaşla göz arasında kısa metraj bir öykü devşirir miyim diyerekten,
kırem karamel kıvamındaki beynimi –kumbara kutusu misali–
dingildetip şangırdatıp duruyorum…

Evet, teyatoraya gidiyorum... Veffakat,
çok canımı sıkıyo lan bu ‘’Komediye Fıransez Memuriye Teyatoraları’’…
Sıcaklar ensemizde boza pişirmeden, kendi tiyatromuz açılınacak;
ve sanki tavuk-dönerci açmışız gibi, özel sektör sevinilecek;
bağımsızlığımız, izbe bir meyhanede ''marseyyez'' söylenerek göndere çekilecek,
diye tasavvurlanıp duruyorum kendi kendime…
Sonra gelsin Brecht’ler, gitsin Beckett’ler;
gollük zamanını beklesin kendi çiziktirdiklerimiz…

Çok şey mi istiyoruz anasını zottırıyim…

Eh, yurdum insanı, ekmek parasını taşın suyunu sıkıp da çıkartamazken,
bu ‘’pasta savaşları’’ da, 2 karış üstyapısal kalıyor haliyle…
Zaten, kimi arogant ''sanat''oristlerin,
senelerdir ‘’halk’’-‘’halkım’’-‘’halkımız’’ diyerek kendisinden gayrılaştırdığı şu ''kavimsel galeyan'',
hakkaten gidiyo mu bakalım teyatoraya... Şu otobüsün içindekiler gidiyo mu?
Şu karşımda gereğinden iki santim fazla dik oturan ‘’Topsakallı Ciddiyet’’ gidiyo mu?
Peki şu köşe başımdaki ‘’Dal Eğrisi Emmigil’’, ömrübillah teyatora nedir duymuş mudur acaba?
Zaten, ben, Emmigil’in kulaklarının duyup duyduğundan da şüpheliyim ya…

Neyse…

Şu teyatora dedikleri meret,
konuçlandığımız otobüsün hangi santimetrekaresine denk düşüyo bikere...
Herşeyden evvel, bizim teatrel açıdan,
hayalperest bir Donkişot’a mı, yoksa diyalektik bir Mahmud’a mı ihtiyacımız var...
Şu otobüs kitlesi, hayatlarının bir tiyatro oyunuyla değişebileceğine inanıyo mu lan gerçekten...
Hani nerde o, ‘’vatan yahut silistre’’ piyesindeki tepkisel galeyan...
yoksa yerini Bursaspor'un şampiyonluk sevincine mi bıraktı!
Belki de konjonktüvist tiyatromuz ‘’halk’’ın doğru G noktasına parmak basamıyo...
Belki de parmağını bastırdığı yer frijitleşmiş…
Şöyle okkalı bir Osmanlı tokadına ihtiyacımız var belki de;
şu burnumuza dek yorgan çektirilip,
şurup şurup yutturulduğumuz ‘’pasiflora hezeyanı’’ndan sıyrılabilmemiz için...

Bilinmez…

Kazığı çok derinlerde sorular bunlar çünkü…



Zaten bütün bunları, otobüste giderayak çözemem Houstın!
Eve kadar sabret… Hem, vakit de henüz erken…
Yoksa kadının üstüne yuvarlanıp düşücem,

otobüste,

sittimin türk tiyatrosunu kurtarırken…

27 Kasım 2010, İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder