30 Kasım 2010 Salı

kitle ihsanı dum tikitak.

Silkele beni, ilikle
indirge
gelirken jartiyer giy
bakarsın lazım olur

Otur
pantolonumu çöz
az gıdıkla beni
hadi,
n'olur

yalvarırım,
damarlarımdaki yeşilliği öp
hazır Dolar da düşmüşken, tut
biraz doğrult beni

dişlerimi sivrilt
ellerimden yumruk yap
Allah'ın adını ağzıma sür
namluyu doğrult

Dengele beni,
gülümset

n'olur,
biraz ilgilen.

Gözümü dik,
çek iskeletimden
şu etimi bi silkele,
yakala bileklerimden
yatağın demirine bağla, istersen
kır kemiklerimi,
razıyım.

Benim için ağla
aç avcunu,
düşen gözyaşlarımı toparla

Fakat
sakın bana fakir edebiyatı yapma;
durduk yere,
Allah'ını da kitabını da siktirtme!


Anladık,
öküz gibi bağırma!

...

Gezindir beni,
tur bindir!

Yok,
iyisi mi
sen beni
AB'ye sok!

soktun mu?

Of,
dur
dur hemen çıkartma

Biraz içinde
kalmak istiyorum!

...

Son bir şey,

- ellerim kirli de -
rica etsem

giderken,
şu Sunay Akın'ı da çöpe atar mısın?

(gülümser.)

sağol canımın içi,

harikasın!

20 Mayıs 2010

Fakir fezadan bildiriyor, inlemede kal Houstın!

Ağaçlardaki yapraklar Paris sarısı’na çalınıyor,
fabrika bulutlu bir İstanbul sonbahar'ında…

Köprüden geçerken,
kendimi iyiden iyiye Güliver’mişçesine kanıksıyorum, her ne hikmetse...
Boğaz’ın zümrüt yeşili sularına hayali ellerimi sürttürüp duruyorum, avuç avuç...
Kocaman ellerim, durduk yere çocuklaşıveriyor bu hüsnü hayalin parapsişik tesiriyle…
Şilepleri gemileri tekneleri, suyun yüzeyinden atıp tutup konduruveriyorum…

Küvette plastik ördeğiyle oynayan çocuklar gibi şen’im…

Teyatoraya gidiyorum...
Bi taraftan da, teyatora ile evim arasındaki gereksizcesine uzun mesafeden,
kaşla göz arasında kısa metraj bir öykü devşirir miyim diyerekten,
kırem karamel kıvamındaki beynimi –kumbara kutusu misali–
dingildetip şangırdatıp duruyorum…

Evet, teyatoraya gidiyorum... Veffakat,
çok canımı sıkıyo lan bu ‘’Komediye Fıransez Memuriye Teyatoraları’’…
Sıcaklar ensemizde boza pişirmeden, kendi tiyatromuz açılınacak;
ve sanki tavuk-dönerci açmışız gibi, özel sektör sevinilecek;
bağımsızlığımız, izbe bir meyhanede ''marseyyez'' söylenerek göndere çekilecek,
diye tasavvurlanıp duruyorum kendi kendime…
Sonra gelsin Brecht’ler, gitsin Beckett’ler;
gollük zamanını beklesin kendi çiziktirdiklerimiz…

Çok şey mi istiyoruz anasını zottırıyim…

Eh, yurdum insanı, ekmek parasını taşın suyunu sıkıp da çıkartamazken,
bu ‘’pasta savaşları’’ da, 2 karış üstyapısal kalıyor haliyle…
Zaten, kimi arogant ''sanat''oristlerin,
senelerdir ‘’halk’’-‘’halkım’’-‘’halkımız’’ diyerek kendisinden gayrılaştırdığı şu ''kavimsel galeyan'',
hakkaten gidiyo mu bakalım teyatoraya... Şu otobüsün içindekiler gidiyo mu?
Şu karşımda gereğinden iki santim fazla dik oturan ‘’Topsakallı Ciddiyet’’ gidiyo mu?
Peki şu köşe başımdaki ‘’Dal Eğrisi Emmigil’’, ömrübillah teyatora nedir duymuş mudur acaba?
Zaten, ben, Emmigil’in kulaklarının duyup duyduğundan da şüpheliyim ya…

Neyse…

Şu teyatora dedikleri meret,
konuçlandığımız otobüsün hangi santimetrekaresine denk düşüyo bikere...
Herşeyden evvel, bizim teatrel açıdan,
hayalperest bir Donkişot’a mı, yoksa diyalektik bir Mahmud’a mı ihtiyacımız var...
Şu otobüs kitlesi, hayatlarının bir tiyatro oyunuyla değişebileceğine inanıyo mu lan gerçekten...
Hani nerde o, ‘’vatan yahut silistre’’ piyesindeki tepkisel galeyan...
yoksa yerini Bursaspor'un şampiyonluk sevincine mi bıraktı!
Belki de konjonktüvist tiyatromuz ‘’halk’’ın doğru G noktasına parmak basamıyo...
Belki de parmağını bastırdığı yer frijitleşmiş…
Şöyle okkalı bir Osmanlı tokadına ihtiyacımız var belki de;
şu burnumuza dek yorgan çektirilip,
şurup şurup yutturulduğumuz ‘’pasiflora hezeyanı’’ndan sıyrılabilmemiz için...

Bilinmez…

Kazığı çok derinlerde sorular bunlar çünkü…



Zaten bütün bunları, otobüste giderayak çözemem Houstın!
Eve kadar sabret… Hem, vakit de henüz erken…
Yoksa kadının üstüne yuvarlanıp düşücem,

otobüste,

sittimin türk tiyatrosunu kurtarırken…

27 Kasım 2010, İstanbul

DI MENTÖRİST
















(içinden Atilla Dorsay geçmeyen dizi kıritiği.)


Fabrika bulutlu bir Kasım sonu vakitleri,
zikri ömrümün, iki -rakamla 2- günboyusüresince,
''The Mentalist'' -yani,
zihinsel zekasını kullanıp, hipnoz ve telkin uygulayan kişi.
Düşünce ve davranışları yönlendirme uzmanı.
Nam-ı diğer ‘’Dı Mentörist’’.- lakaplı,
düpedüz ‘’meyd in Holiwuud’’ etiketli,
‘’2. sınıf kompartıman’’ dizili-konulu filmi,
fasılasız
ve ‘’gelsin çay, gitsin ulan sigara’’ nizamıyesindeki bir gönülkapısı aralığında
biteviye dikiz eyledimdurdum.
Biraz mecburen, biraz mecburiyetten…
Biraz da kafamı bayıraşşağ rakınrol’layıp boşaltmak vermidon’uyla...

Dizi; emekli medyumist, tilki-kuyruk yapıbünyeli bir mentöristin,
-eski TV medyum’u, şimdiki dedektif danışmanı-
Kaliforniya Polis Teşkilatı’na (CBI)
kendi kişisel çıkarları ekseninde omuzveriş hikayesini
ve her yeni bölüm, karşısında Berlin Duvarı gibi dikileduran;
yünyumağı dava dosyalarını, tereyağından kıl çekercesine çözümleyiverişini;
ve giderek bu esrarkeş mesleğin müptelası olup, bitürlü vazcayışamayışını
–pek çok sevdiği karısının,
pek çok sevmediği bir seri katil tarafından öldürülüşünden mütevellit– konu ediniyor.
Özün kısası, Kapital’pazarlamacı bir hünerbazlıkla, ‘’dünya diziler pazarı’’na sunuyor…
da denilebilir.



Elbet ki, ‘’Ulan başroldeki şu psişik herifçioğlu olmasa,
koskoca Kaliforniya Bürosu hiçbir davayı sonuçlandırıp rafa kaldıramaz mı’’ gibilerinden,
açizane bir vaziyet de mevcut tabi, bu paranormal aktivitesi bol dizi-filminde... Ammavelakin,
dizinin en mantıkokşayıcı tarafı;
bu stil dizilere, iki bisküvi arası dahlolan,
meşhur çaptaki misafir-aktöristlerin –binşükürler olsun ki–
bu diziye de pırt zırt, ‘’bi arkadaşa bakıp çıkıcam’’ egosantrikliğiyle dahlolmaması
ve tüm diziboyusüresince, tüm mevcut rollerin gayet antimeşhur kimizadelerce,
iyikötü giyindirilip kuşandırılması…
Ve bu sayede, diziye güya  reyalistik; rüya illüzyonik,
genel bir hissiyatın; düzenli olarak,
ve ödün verilmeksizin şırınga'lanılması…
Bu stil dedektifist dizi ve filmlerin en dezavantajlı problematiği;
öykülerin ‘’tekatımlıkbarut’’ oluşundan mütevellit,
tek tek kısa filmler biçeminde gelişip, orta metraj film uzunluğunda fotofinişleniyor olunuşu,
ve çözülen her davanın peşisırasınca, o bölümün de atbaşı misali finiş görmesi hali…
Yani bir sonraki bölüme, ‘’yeni bir davayı nasıl çözeriz’’ durumundan
fazlaca bir galeyan kalmıyor geriye…
Ve her fotofinişte, hevesiniz gırtlağınızda boğula düğümlene,
tabiri yerindeyse, ki yerinde
ipe, tesbih tanesi dizer gibi izlenilmeye devam ediliniyor…

İşte bu sözünügeçirdiğimiz –As döper kıvamındaki– Kaliforniya Polis Birimi, (CBI)
4 muhtelif şahsiyetteki dedektifzadeden oluşuyor.
Bu, 4 –yazıyla dört–,
işinin ehli dedektif görevlisi,
dizinin sezonlarboyusüresince dönem dönem ağırlıklarını koyup,
dönem dönem kendi kabuklarına çekilerek,
dizideki ‘’fasılalı lokomotiflik vazifesi’’ni
en sempatik halleriyle ve vardiyalı olarak üstleneduruyorlar.
Dizinin en baş rolünü,
dayak yemiş boksör bakışlı; budist hörgüçlü;
ermiş janrlı; meditatif kanlı, sörfçü gövdeli;
geçmişine tövbekar; geleceğine aşikar; kitap karıştırmaya müptezel;
en olmadık anlarda, Şekspir’den dizeler mırıldanarak kalplerimizi Vespuçi’leyen;
müstakbel karısını, zikri zamanında,
‘’RED JOHN’’ (KIRMIZI CONİ) mahlaslı bir seri katile kurban vermiş;
ve safi o’nun intikamını almak için,
Kaliforniya Polis Teşkilatına (CBI) stratejik nasihatlerde bulunan bir herifçioğlu
–namı diğer DI MENTÖRİST–
en ‘’cool’’ haliyle üstleniyor.

İşte bu müptezel görünüşlü herifçioğlu,
soruşturmaboyusüresince,
içinde bulunduğu birim’in sürekli en gerisinde yürüyor;
kalabalığa kat’a karışmıyor, karışsa da boşalmıyor;
boşalsa da kendini geri vitese takıp, trakk diye kendi garajına park edebiliyor…
Tüm polis birimi, önlerine dikilegelen dava dosyalarını çözümlemek üzre
kafataslarını karpuz misali kütürdete dururken,
O gidip, en şiirsel tavrıyla kendine limonlu bir çay koyup höpürdetiyor;
ve en çapraşık dava dosyalarını -en aklagelmedik perspektiflerden-
çekirdek çitlermişçesine çözümleyiveriyor,
filan.

Hafif bir ‘’çağcıl Red-Kit’’ durumu var yani herifte…
''Bi kıçında beygiri eksik ulan…'', diyorsunuz içinizden…
veffakat ki o olmazsaolmaz boşluğu da,
son model jiplerin cirit attığı Kaliforniya şehrinde,
bizim mentörist'in kıçaltına vintaj model bir araba devşirerek,
birgüzel dolduruvermişler…

Zaten bu denli satrançvari heriflerin ruheti haliyesinde,
genel olarak var olan şu ''meşhur'' obsesif tavırgaçlara,
-bkz. Agata Kristi’lerden Poirot, HBO’lardan Monk...-
bu dizide bizim mentörist'e, en gerilimli anlarda, limonlu bir çay koydurtarak
ve arada bir bisküvi falan yedirterek ironi geçmişler ki…
Ulan, hani süper de yapmışlar...
Bravo lan Amerikan Dizi Örgütü!
Bravo lan ADÖ!
Tek oyum olsa, o da size anasını satıyım…
Sözünügeçirttiğimiz Kaliforniya Polis Birimi’nin başında,
bir yanıyla fıstık diye nitelendirebileceğimiz;
renkli gözlü; hafiften maçoist tavırlı;
vefakat anbean sempatikliğiyle
gönüllerde gereksizcesine, ''10 puan...10 puan...10 puan''lar toplayan,
Judi Fostır’ın esmer hali kıvamındaki bir hanımcağız bulunuyor.
Kendisini, en başroldeki ‘’mentörist adam’’la pekçok yakıştırmama karşın,
ikisi de -herhalde bana inat olucak-
diziboyusüresince bir türlü aynı yastıkta denk gelmiyorlar...
Amerikan dizişörleri,
senaryonun en başrol merkezinde doğması pek muhtemel bu aşk ilişkisini
–belki asal öykülere zeval getirmemesi açısından,
belki de karakter uygunluğunu bozmamak düsturuyla… Bilinmez…–
1 geri plana kaydırmışlar.
Ve her dizi-filmde, doğmazsa kalbimizi çitileyip duran Aşk örgüsünü,
aynı birimin içindeki, iki yardımcı rol karakterine
-büyük ihtimal bilinç denizi dahilinde-
birtemiz itekleyivermişler.

Zaten 1incil sezon başlarında,
‘’Polis Birimi içinde herhangi 2 kişi olur da, bi aşk ilişkisi filan yaşarsa,
daha kıdemsiz olanı süreriz lan bu kasabadan…’’ gibi ağır ahlak örgülü
vefakat gayet profesyonel içerikli bir anayasanın da yürürlükte olduğu,
kimi replikler vasıtasıyla seyirciye hissettiriliyor.
Ve, mantığınıza vurulan bu senaryosal kelepçe,
insanın yüreğindeki, ''ne de yakışıyo lan şu ikisi birbirine'' içgüdüsünü de
,kaşla göz arasında, kündeye getirmiş oluyor haliyle…
Siz de ister istemez, garip bir düşkırıklığıyla ve gönül istemiye istemiye,
evdeki halının üstünde tuş oluveriyorsunuz…

Zati, dizinin ikincil sezonunda,
bizim birim şefi Cudi Fostır kızımıza
–beklenildiği üzre-
dizinin yazoristler birliği tarafından, geçmişten eklentik bir aşk hikayesi de çiziktiriliveriyor;
ve bizim süper-mentörist kahramanımız, seyircinin nazarında,
eski ölen eşine körlemesine sadık,
‘’…ve o ipnetorun öcünü almadan kimseye yan gözle bakamaz ulan bu çocuk’’ bir vaziyette,
toplumsal yalnızlığına kıç zoruyla konuçlandırılmış oluveriyor.

Yani, ‘’Adamı zorla Red-Kit yaparlar anasını zottıriyim!!’’ durumu…

Eh bir yanıyla da ‘’kader çizgisine yazgılı insan’’…
Yapacak bir şey yok tabi… diye düşünegeliyorsunuz.

Neyse…

Polis yardımcılarından bir diğer tanesiyse;
karakter yapısı itibariyle Zidane’ın dekartesçi futbol tarzını anımsatan,
ve artık her polisiye sergüzeştte görmeye yabancılaşageldiğimiz
rasyonelist bir Çinli Amerikalısı… Yani ki,
dizideki bu adıgeçen Çinli Amerikalısı, tabiyat itibariyle,
benim lisedeki sınıf arkadaşım Çinsiz Özgür’ün, bildiğin Çinlileşmiş hali…
Çünkü bizim Çinsiz Özgür de
sınıftaki bir araba dolusu piçkurusunun arasında sırasını bigüzel kollayıp,
en beklenilmedik bir salisede,
gol vuruşu ebatındaki bir espriyi gelişine yapıştırır;
ve yüreğimizin katıyağlarını, günde en çok üç rekat olmak kaydusuretiyle eritir;
ve esprinin balparmak tadım ölçüsünü de her seferinde – her ne hikmetse- tuttururdu.
Hem de Montaigne’i hiç okumamasına rağmen…

Son aldığım duyumlara göre de,
Çinsiz Özgür şimdilerde,
açtığı bir ‘’Uzakdoğu Turist Kazıklama Şirketi’’nde (UTKŞ)
Çinli turistleri Türkiye’ye getirip götürme bayiiliğini işletiyormuş.
Ama burdan çıkarılacak Karma’tif bir ders yok tabii ki…

İşte o Çinsiz Özgür de,
dizideki bizim bu Amerikan Çinli’sine tıpatıp denk düşüyor.
Huy olaraktan tabi…

Neyse…

Teşkilattaki bir diğer polis dedektifiyse,
Edi’nin yanındaki Büdü kılıklı,
tombulgaç vefakat yapılı cüssesine rağmen hafiften içedönük
ve gayetiyle utangaç, fazlasıyla sempatik,
gelvelakin görevinde muntazaman başarılı ve güvenilir,
''Friends'' dizisindeki ‘’Matthew Perry’’ reenkarnasyonunda
saftorik bir polis kişizadesi…

İşte bu Edi’yle
–içişlerinde men edilmesine rağmen- kuraltanımaz bir aşk ilişkisine giren
ve As döper’imizin, son tahlilde, köşetaşını tamamlayan son dedektifzadeyse,
eski Amerikan futbolcusu bir babanın gonca yüzlü bir kızı…
Ve polis biriminin içindeki en çömez dedektif…
Biraz geniş omuzlu; biraz muhteris; birazdan fazla kifayetli,
teşkilat içersinde yükselinmesine, ramak gözüyle bakılan
modern toplumlardaki feminen
ve kendi eli, kendi ekmeğini tutabilen hanımajan bir karakter kendisi…

Bir de bu ekibin başında, bu ‘’As Döper’’ birimin Uğur Dündar’ı,
yüksekkat bir zatı muhterem de var tabi…
Dava esnasında müşkül kalınıp,
yasaların ‘’mentörist’’ tarafından sorumsuzca çiğnendiği kimi vaziyetlerde,
tek gözü yumulu,
hafif ‘’Hulusi Kentmen’’ kıvamında bir teşkilat şefi kendisi…
Yasaları bazen vidalayıp
bazen de sinir bozucu bir şekilde
–tabi sinirkatsayısı elverdiği nispette- dingildetiyor filan.
Sevimlişinas bir patron dediklerinden…
Öykünün geri fonunda biteviye at koşturan,
ve herıld yani ki, dizinin en final bölümünde enseleneceğini umduğumuz,
sürgit bir RED-JOHN (KIRMIZI CONİ) davası da mevcut…
Bizim kadersavar ülkemizde pek gelişmemiş bir seri katil durumu yani...
Zira, bizdeki cinayetlerde daha çok ‘’hızını alamamak’’ durumu var…
O soğukkanlı, o uzak kumandalı, o kaçak dövüşte ''mastır digırii'' sahibi serii katile
bizde hiç mi hiç rast gelinilmiyor nedense…
Gel gör ki, karısını bacısını 37 yerinden,
ve 37 kişiyi göz önünde bulundurarak öldürüyor, bizim serisonu katillerimiz…
Biz, masum kızları, körpe oğlanları
37 kere-37 muhtelif bölgesinden bıçaklamak suretiyle deşerek
-yani ruh hastası bir gözü dönmüşlükle-
tek bir kişiyi, seri bir cinayete bağlamış oluyoruz 1 noktada.
Tip top dediklerinden…
Bizim katillerde plan-kurgu yok o kadar…
Satranç bizde henüz gelişmemiş bir spor çünkü...
Henüz dama kısmıyla meşhuruz, tavla cinayetlerinin…
Neyse, dizinin döngelli öyküsü çerçevesindeki bir diğer sorunmatik de şu…
Agata Kristi'yi bir dönem -kimi kişisel, kimi kişiliksiz araştırmalarım vesilesiyle-
hatmetmeye çalışmış deneysel bir ''ürk'' genci olarak,
eski gelenekten gelme klişeleşmiş dedektifist kurguların,
bu dizi-filmde de ziyadesiyle vuku buluşu...
(Bkz. kapalı oda esrarı, fizikötesi mahlukatlar,
miras sorunlarından doğan faili Reha Muhtar cinayetleri… filans falans vesaire.)
İşte bu geleneksel dedektif klişeleri de,
bu dizili filmde gayetiyle sürek edip duruyor…

Bu dizideki bir diğer mühim ayrıntı da,
hızlı bir kurgu ve atkoşturan replikler
ve yer yer kalabalık bir kast vasıtasıyla,
katilin esrarını çözmeniz az çeyrek zorlaştırılmış oluşu…
Vettabi 3-5 bölümden sonra,
eğer başroldeki adamın kafasının içine kendinizi layıkıyla empatileştirebilirseniz,
kimi bölümdeki katilleri 3. saniyeden sonra şappadanak çözüveriyorsunuz.
(Bu bilmece-bulmaca olanağı, size kimi nüansif kareler yoluyla tanınıyor çünki…)
Vefakat siz, hali hazır sunulmuş davayı,
oturduğunuz koltukta lappadanak diye çözümleyiverince,
dizinin gerikalan kısımlarını,
‘’bakalım bu bölümde ne sempatik espriler olacak da gülümsiycez…’’ gibilerinden bir edayla izlemekten başka çare de kalmıyor ne yazık ki…
İşte orası biraz can gıdıklayıcı…

İşte… giderek sömürgüç bulan Amerikan Dizi Piyasası’nın,
son dönemlerde değişik kisveler altında dünya pazarına sunumladığı,
bizim ülkemizde daha çok ‘’Memoli & Zeyno’’ vasıtasıyla tanış geldiğimiz,
ve her geçen sene saçma sapır bir şekilde beribenzerleştiğimiz,
bir ‘’katil-kim’’ parodisi DI MENTORİST…
Kendi çeperinde;
felsefe, usül ve ana karakter beşbenzemezliği açılarından muhalifleştirilmeye çalışılmış
vefakat sevimşinas bir perverlikten öteye geçememiş bir çıtır çerez dizi-filmi de denilebilir.

Bundan sonraki hayat sepetinizi hangi zerzevatlarla doldurursunuz, orasını bilmem,
Velvelakin azbuçuk dedektiflik hikayelerine müptezel iseniz
veyahut bir Pazar sabahı sevgilinizle,
veyahut yek başınıza, patlamış mısır eşliğinde hoşça vakit geçirmek
ve kafayı beşbenzemez cinayetler ile orta yerinden birgüzel kırmak isterseniz
bu diziyi sektirmeden izleyin derim.

Houstan’dan bildirmesi…



İyi seyirlere gebe kalasınız inşaallah.





...

Kaderin böylesine...

– Vakit tamam…
– E akşam diyordun?
– İşte öldü akşam…




  Tiyatro dünyası, elin 5 parmağını geçmez tiyatro feylezoflarından yekini daha, James Dean hızıyla kaybetti... Hem de arkasından, genç bir tiyatrocu'dan ölçülemiycek Richter'de, yürekler acısı bir nümayiş kopartarak... Bu durum, olmaz olası bir nispette sevindirici tabi…

  Veffakat, şu kıçı binbirdireğindenkırık dizilerde boygöstermeseydi şayet, normal şartlarda, kaç kişi tanırdı Onur Babayı?, diye sormadan da edemiyor insan…‘’Stüdyo Dırama’’ kumpanyasını kaç tiyatrosever bilirdi, şu çivisiniçıkarıp münasip biyerine dübürlediğim ülkesinde? ‘’Kültür ve Turizm Koltukluğu’’ ismini olsun duymuş mudur farzımisal? Toplasan 5000 kişiyi geçmeyecek seyirci yekûnundan gayrı, bu adamın yazarist-yönetmenliğini tanıyanınız var mı?


  Varsa ne alâ…


  İşte bu tarz kritik noktalarda, -tabi iş işten fütüristleşmeden- ütopik ve modernist bir Kültür Bakanı’nın yapması icabeden, elin 5 parmağını geçmez çaptaki, bu genç tiyatro feylezoflarına, -o da canları lütfederse şayet- ömrüboyu kafi gelicek miktarda devlet maaşı bağlamak ve daha da mühimi, ütopyalarını biteviye gerçekleştirebilecekleri, ultra-konformist bir tiyatro kapısı aralamaktır; vedahası, açılış kordelasını, göğüslerini gere gere, şşırrakk diye kesmektir.

  Yoksa daha çok James Dean'ler, yıldız misali kayıp gidecektir; şu köhneleşmeye yüz bulmuş Türk Tiyatrosu'ndan...  

   
  Gel gör ki, bu mangalyürekte ve sanattan böyle derinlemesine anlayan bir Kültür Bakanı nerde…Hani… Nerde… Vardı da biz mi görmedik!

  Varsa yoksa, semazen ayini düzenlesinler anasını satıyım!


  Asıl suç, Onur Baba'nın altındaki velespitin son sürat hız alması diil, her neviden gencecik aydınlarımızın mezarını inceden inceye kazan işte bu Rey Çarls’vari yaklaşımdır...

  Hala, elin 5 parmağından bir diğeri olan Berkun Oya’nın şahsına, bir tiyatro inşa etmeyen bir zihniyet mümkün mertebe yerin dibine girsin, girsin de çıkamasın inşallah! O adam da –Allah yazdıysa bozsun- yarın öbür gün hakkı rahmetine kavuşursa n'olucak?

  N'olucak ulan!

  Ölen ölür, kalan sağ’lar sizindir tabi…

  …

  İşte… Onur baba da böyle  ‘’Susurlukvari bir Papa suikastı’’na,
  göz göre göre,
  kurban gitmiştir.


  Bilgilerinize…
  , farz ve yazıklar olunur.

not: Nedim Saban'ı rahat bırakın...

  28 Kasım 2010, İstanbul


EMİN ÖNÜ

Eminönü’ne doğru yorgun adım yürüyorum.

Öne doğru bükülmüş başım,
o çocuk yüzlü Newton’un yer çekimi yasasına epeyce bir zamandır boyun eğmiş.
Kaldırım, altımdan siyah-beyaz bir Godard filmi gibi geçiyor…

Gözlerim buğulanıyor, dalıyorum…
Ansızın… Saçlarım, sonbaharı kışa bağlayan kısa boylu bir ağacın çelimsiz dallarına takılıveriyor.
Başımı saçlarımdan sımsıkı yakalayıp kendine doğru hızla çekiyor!

Çekiyoor… Çekiyooor…

Canım yanıyor. Bağırmak istiyorum fakat gel gör ki o elmasız ağaç,
bir türlü Newton’a inanmak istemiyor!

Çekiyor da çekiyor…

Acıdan sulanmış gözlerimi bir lahza aralayınca, Tophane’de bulunan tarihi Nusretiye Camii’nin orta parmak kalınlığındaki, dış yüzeyi oyuklu ikiz minarelerini görüyorum. Hayal meyal… Hani şu efsanevi roman kahramanı Don Kişot’un, kasabanın tepesinde gördüğü yel değirmenleri gibi… Aniden cesaretimi toplayıp, ağacın kuru dallarından kendimi çekip kurtarmaya çalışıyorum… Fakat ne mümkün! Güya bu olmaz olası ağaç, bana cebren bir şeyler anlatmak istiyor!

Ha babam çekiyor…

‘Bu dünya etme bulma dünyası’ demişler…
Ben kurtulmak için ne kadar çabalarsam, o da beni kendine o kadar çekiyor!

Nihayet güç bela kurtuluyorum…

Benim bu yürekler acısı halimi gören
ve güvercin sürüsü gibi etrafıma doluşan kalabalığın sersem sepelek bakışları arasında,
başım yeniden önüme düşüyor...
Ve yel değirmenlerinin bulunduğu yöne doğru
kaldığım yerden yürümeye devam ediyorum...

Eminönü’ne…

Newton beni düşünüyor…

Ben Newton’u…

Gülüşüyoruz…

TEZER HANIM İLE YOLCULUK

''Apansız bir Orhan düşerek ceket cebimden, çırpınarak
 çoprasız bir balık ve Orhan Bey; çıldırmakta
 uykularımdan sıyrılarak...''

...

Ve günün pek mezarlık bir vaktinde
rastlaşıyoruz Tezer Hanım ile -
devrisinde bir gecenin; anason kokulu; Of

Gök : Kurşuni , küle dönük
Saat : 18:05onsekizsıfırbeş -

İskele üç noktaMister Ginsberg henüz görünürlerde yok ünlemBir simit, etine dolgun soru işaretiHayır ünlemsiVapurdayız noktamsıPantolonumun cebinde , birliradoksanbeşkuruş , ziyadesi olsun
İki vapur düdüğü , fasılalı ve mahmur ve davudi
Yüzümde gezinip duran , miskin bir fayton esintisi
Saçlarım dağınık , hem  kısa  hem  uzun
Sağ bacak  sol bacak üstünde
...ve galiba güzel kokuyorum

derken Tezer Hanım farkediyor

... ... ...

Yanlış denize binmişiz
vapurun ortasında, işe bak
denizden iniyoruz -

Tezer Hanım gülümsüyor

Bulvar üç noktaSol elimde Tezer Hanım virgül sımsıkı
Soğuk soğuk ter noktalı virgül Ensemde ve usul usul alnımdan
Bulvardayız noktalar dolusuNe oluyor bana böyle ünlemler ve münasip bir soru işaretiKimseyle kaybedecek vaktim çok
Eğrik bir dengedeyim
ve bir bulvarın yokuşunda
Günbatısı , başımı delip delip esmede
Birden bir çanta sol baldırıma sürtünüyor ;
Dokunuşundan seziyorum ; rugan ve pahalı

Sol elim sol cebimde
Elimde değil -
sol elimi , sol cebime pek yakıştırıyorum...

...

Bir erkek : Yarım oğlak
İki ergen : Tespih parmaklı ve eşofman kokulu
Bir yüz : Baskı hatası
Bir gülüş : Sahibinin yüzüne gömülü
Bir içses : Kar kıtırdaması
Bir kadın : İngiliz kısaraklarını andıran
Bir hezeyan : Kleptomanik
Bir bayan : Saklı mı saklı
Bir leke : Camın buğusunda , avuç avuç
Bir poşet : Ve onun tanıdık hışırtısı

Hepsi peşimde , hepsini terk ediyorum

Derken , bir düello pusulası bırakıveriyor Tezer Hanım , sol cebime ---- işim bitik

...

Derhal , bir kelime sevdiriyorum kendime ;

...........Tansık..........

Yok , olmadı
Bir daha ;

..........Açlık.............

Euraka!

...

Merdiven -
Yokuşundayım
Ahmet Bey , hemen dibimden yuvarlanıyor
Merdivenlerde terkine uğramış bir buket kırmızılık ;
namıdiğer Ahmet Bey ...

Dün gece kustum , boşaldım
Edip Bey epeyce üzüldü
Aramızda kalsın , dün gece epeyce korktum
Bereket versin , hızla koşturdum da
Tezer Hanım'ın eteklerine saklandım

...

Ve aniden Tezer Hanım omzumu dürtüklüyor

... ... ... ...

Mister Ginsberg!!
Bir süpermarket reyonunda , rengarenk ; Of
- (imalı) Sonunda sizinle de buluştuk , Mister Ginsberg !!
Nerelerdeydiniz sorular ve ünlemler dolusu
Saat : 04:45 sıfırdörtkırkbeş
Evimin önündeyim , nihayet

Kapı , duvar

...

Yazdıklarım okunmuyor

kılçıksız.

Dün polise telefon ettim
bir buzdolabı gibi geniş,
ütüsüz bir pantolon gibi telaşlı

Erkeklik öldü, dedim, Makbet öldürdü!
Mozart da senin yaşında iken ölmüştü, dedi

göt oldum,

E aklın kemiği yok!

...

Evvelsi gün üst komşuya telefon ettim
bir elektrik süpürgesi gibi meraklı,
kirli bir çorap gibi evhamlı

Sizde fazla Durkirk ruhu kaldı mı, dedim, Durkirk ruhu
gölgenin kanatları vardır, dedi. yalnızlık genleşinçe,
ruh süblimleşir

ve gözümün önünde peynir tozu gibi dağıldı
üstelik telefonda konuşuyoduk,

düşün

E, etin kemiği yok!

...

Dün değil ondan önceki gün Olympos'a telefon ettim
kovulmuş bir Tanrı gibi sahipsiz,
bir kısrak başı gibi dizginsiz

Bana bak Apollon!
saçlarını ağzımdan çek, dedim

Sus ulan gevşek!
Sizin kuşağınızı çok feci kandırdılar, dedi

E dilin kemiği yok!

...

Dün değil ondan sonraki gün köşedeki terziye telefon ettim
kesilmiş bir tırnak gibi sahipsiz;
gol yemiş bir kaleci gibi kifayetsiz

Af edersiniz, şu çığlıklarımı düğümleyip kalbime iğneler misiniz, dedim
Bütün dünya set üstü ocaktır, dedi.

Sonra mutfağa gitti.
ince belli bi paşa çayı koydu;
Oturduk,
karşılıklı içtik.

E terzi haklı,

Nefretin kemiği yok!

...

İki hafta önce dün,
evde tek başıma oturuyodum
Woody Allen, Nev York'tan telefon etti

Gittim,
telefonu açtım.

Sosyalizm diye bir şey yoktur, dedi hızlı hızlı

Sonra da telefonu suratıma kapattı!

e Woody baba haklı

Derrida'nın kemiği yok!