30 Kasım 2010 Salı

EMİN ÖNÜ

Eminönü’ne doğru yorgun adım yürüyorum.

Öne doğru bükülmüş başım,
o çocuk yüzlü Newton’un yer çekimi yasasına epeyce bir zamandır boyun eğmiş.
Kaldırım, altımdan siyah-beyaz bir Godard filmi gibi geçiyor…

Gözlerim buğulanıyor, dalıyorum…
Ansızın… Saçlarım, sonbaharı kışa bağlayan kısa boylu bir ağacın çelimsiz dallarına takılıveriyor.
Başımı saçlarımdan sımsıkı yakalayıp kendine doğru hızla çekiyor!

Çekiyoor… Çekiyooor…

Canım yanıyor. Bağırmak istiyorum fakat gel gör ki o elmasız ağaç,
bir türlü Newton’a inanmak istemiyor!

Çekiyor da çekiyor…

Acıdan sulanmış gözlerimi bir lahza aralayınca, Tophane’de bulunan tarihi Nusretiye Camii’nin orta parmak kalınlığındaki, dış yüzeyi oyuklu ikiz minarelerini görüyorum. Hayal meyal… Hani şu efsanevi roman kahramanı Don Kişot’un, kasabanın tepesinde gördüğü yel değirmenleri gibi… Aniden cesaretimi toplayıp, ağacın kuru dallarından kendimi çekip kurtarmaya çalışıyorum… Fakat ne mümkün! Güya bu olmaz olası ağaç, bana cebren bir şeyler anlatmak istiyor!

Ha babam çekiyor…

‘Bu dünya etme bulma dünyası’ demişler…
Ben kurtulmak için ne kadar çabalarsam, o da beni kendine o kadar çekiyor!

Nihayet güç bela kurtuluyorum…

Benim bu yürekler acısı halimi gören
ve güvercin sürüsü gibi etrafıma doluşan kalabalığın sersem sepelek bakışları arasında,
başım yeniden önüme düşüyor...
Ve yel değirmenlerinin bulunduğu yöne doğru
kaldığım yerden yürümeye devam ediyorum...

Eminönü’ne…

Newton beni düşünüyor…

Ben Newton’u…

Gülüşüyoruz…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder